19 Mart 2015 Perşembe

Bir Ölünün Günü Boyayan Rengi

        Uyandım. Gözlerimi rutubetten şişip çatlamış tavana açtım. Yataktan kalkıp yalınayak, tozlu halılar üzerinden banyoya yürüdüm. Dünya tencerede ısınan suyun fokurdamaya yaklaştığı sessizlikteydi ve ben aynanın içinde öylece duran ıslak bir yüz izliyordum.
Dolaptan biraz süt aldım, bir dilim de ekmek. 
Karnımın içindeki ezgin dilenci inildiyor, ona sadaka verircesine dilimler koparıyordum ekmekten. Giyinip balkona geçtim, bir sigara yaktım.
İnsanlar sokakta yürüyor, yürüyor ve yürüyorlardı...
Kaynayan suyun ilk kabarcıklarını seyrediyordum.
Yüzümü göğe çevirsem bir bulut ağzımdan içeri dolup bedenimi yukarıya taşıyacaktı ve ben tanrılardan en az insanlardan korktuğum kadar korkuyordum.
O tanrılardan biri aşağıda bir şeylere dokunmuştu.Sokağın ortasında anlamsız gözlerle birbirini izleyen bir kalabalık büyüyordu. Meraklanıp aşağıya indim, yanlarına yürüdüm. Birikmiş hiç bir şey yoktu. Akan kalabalığın arasında bir çocuk sesi : " Ölmüş abiler ölmüş. Gözlerimle gördüm. Bembeyazdı!"
İyice meraklanıp : "hey çocuk, kim ölmüş?" diye sordum.
"Yakup derlerdi abi. Deliydi o, her gün bataklığa giderdi. Deliydi o."
Anlayamıyordum, çocuk aklıyla uyduruyormuş gibi geliyordu. Bu ufacık çocuk bir ölü karşısında nasıl bu kadar korkusuz olurdu ?
"Hiç korkmuyor musun?" diye sordum.
" Neden korkayım abi? Deliydi o, hem hak ediyordu ölmeyi, öyle diyorlar."
İnsanlar diyorlar, diyorlar ve diyorlardı...
Çocuğun yüzünde Yakup'un ölüsünü görüyor, korkuyordum.
Kalabalık bataklığa yöneldi, bir sigara yaktım. Peşlerindeydim. En öndekinin sustuğu ritimde yürüyorduk.
Böyle gri bir yürüyüşle bataklığa vardık.Yakup'un ince güzel bedenini çamurun içinden çıkardılar. Yalınayak, elleri ve yüzü beyaza kesmiş bu güzel beden bir takım elbisenin içindeydi. Kolundaki saat dokuzu on geçe durmuştu. Güzel takım elbiseler içinde fularlı, jilet gibi adamlar yakalarından karanfiller düşürüyorlardı ve arkadan gelen diğer bütün afilli adamlar bir bir, bu karanfilleri çiğniyorlardı.
Ben de bu kalabalığın rengine bürünüyordum.
Bir koro halinde Yakup'un ölümünü fısıldıyorduk.
Bir sigara yaktım.
Yürüye yürüye bir düzlüğe vardık. ( Belki de burası bir bulutun üstüydü.)
Ve Yakup'u buraya gömdük.
Mezartaşını çakan adam yüzü kitap kapaklarında kırışmış bir şairdi ve tutkuyla sigara içerdi.
Herkes gidiyordu; fularlı, parlak saçlı bu jilet gibi adamlar bir bir uzaklaşıyordu yanımızdan.
Kadınlar, kenarlarına derin ve tutkulu birer kırmızı öpücük iliştirdikleri beyaz mendiller bırakıp gittiler.
Birer birer yanımızdan uzaklaşıp gittiler. Mezar, çocuk ve ben, Yakup'un durmuş saati önümüzde; öylece duruyorduk. Durdukça karanlığa gömülüyorduk, onunla gömülüyorduk.
Bir sigara yaktım. Aşağıda, tanrının dokunduğu yerlerden birinde, insanlar yürüyor, yürüyor ve yürüyorlardı.